Çok eski zamanlarda, bir Hükümdar varmış, zenginliği tüm dünyaca bilinirmiş. Hükümdar her gittiği yere, hazinesinin bir bölümünü götürür ve bunları sergilemekten büyük onur duyarmış.
Hükümdarın yaşamda en çok güvendiği, tek akıl hocası bir Bilge kişiymiş. Günlerden bir gün bu Bilge kişiyle otururken Hükümdar şöyle bir soru sormuş:
“Sen ki göğün gizemine ermiş, bilime yön vermiş bir adamsın. İnsanlar, ister hükümdar denli güçlü, ister savaşçılar denli onurlu olsun, ayağına kapanır ağzından çıkacak bir sözü beklerler. Şimdi senin gibi Bilge bir adamın fikrini merak etmekteyim, benim hükümdarlığım ve servetim hakkında ne düşünüyorsun?”
Bilge bu soru karşısında, Hükümdar’ın gözlerine bakarak şu sözleri söylemiş:
“Diyelim ki hükümdarım, kızgın ve uçsuz bir çöldesiniz. Ölmemek için, size uzatacağım bir bardak suya servetinizin yarısını verir miydiniz?” Hükümdar: “Verirdim tabii.” Bilge kişi: “Zaman geçti diyelim, susuzluğunuz arttı, size uzatacağım bir sonraki bardağa servetinizin öteki yarısını da verir miydiniz?” Hükümdar biraz düşünür ve ardından “Ölmemek için evet” der. Bunun üzerine Bilge kişi gülerek şu sözleri söylemiş:
“Madem öyle, o zaman övünmeyin fazlaca. Çünkü haşmetlim sizin servetiniz yalnızca iki bardak sudur.”
Dünya nimetlerine önem vermeyen yaşayış ve felsefesiyle ünlü filozof Diyojen, bir gün çok dar bir sokakta zenginliğinden başka hiçbir şeyi olmayan kibirli bir adamla karşılaşır.
İkisinden biri kenara çekilmedikçe geçmek mümkün değildir… Mağrur zengin, hor gördüğü filozofa:
“Ben bir serserinin önünden kenara çekilmem.” der. Diyojen, kenara çekilerek gayet sakin şu karşılığı verir: “Ben çekilirim!”
Aynı kültürü paylaşmadıkları ve bir türlü yıldızlarının barışmadığı Tevfik Fikret Mehmed Akif’in sakal bıraktığını görünce Akif’e takılmak istemiş ve alaylı bir üslupla şöyle demiş:
– Aaaa!!!… Akifciğim, maymuna dönmüşsünüz.
Hiç istifini bozmayan Akif karşısından duran Tevfik Fikret’e sırtını dönerek:
– O zaman duvara döneyim, bari.” demiş.
Sirakuza Kralı Diyonisos, Aristipes’e sormuş:
“Nedendir acaba, her gün filozoflar hükümdarları ziyaret ederlerde, bir gün bir hükümdar kalkıp bir filozofa gitmez?”
Filozof: “Bunda şaşılacak bir şey yok, hükümdarım…” demiş, “daima hekimler hastaları ziyaret ederler, hastalar hekimleri değil.”
Hintli bir yaşlı usta, çırağının sürekli her şeyden şikayet etmesinden bıkmıştı. Bir gün çırağına şöyle dedi:
“Git biraz tuz al gel.” Hayatındaki herşeyden mutsuz olan çırak döndüğünde ekledi:
Usta: “Şimdi bir avuç tuz al ve bir bardak suya atıp iç.”
Çırak, yaşlı adamın söylediğini yaptı ama içer içmez ağzındakileri tükürmeye başladı.
Usta “Tadı nasıl?“ diye sordu. Çırak, “Acı” dedi. Usta gülerek çırağını kolundan tuttu ve dışarıya çıkardı. Sessizce az ilerdeki gölün kıyısına götürdü ve çırağına bu kez de şöyle dedi:
“Şimdi de göle bir avuç tuz at ve gölden su iç bakalım.” Söyleneni yapan çırak ağzının kenarından akan suyu koluyla silerken usta aynı soruyu sordu. “Tadı nasıl?”
Çırak “Ferahlatıcı” dedi. Daralmış kalbini bir göl gibi genişlet. Bir bardak kadar olan kalbini büyüt ve çevrendeki her şeyden şikayet etmeyi bırak.
Bir zamanlar Japonya’da eski bir tapınakta bir bilge yaşardı. Bir gün tapınağın kapısının sabırsız bir şekilde vurulduğunu duyar. Kapıyı açar ve genç bir öğrenci ile karşılaşır.
Öğrenci, “Büyük ustalar ve bilginlerle çalıştım. Kendimi Zen felsefesini tamamlamış addediyorum. Gene de eğer bilmem gereken bir şey varsa onu bilgime katabilir misiniz diye geldim size” der.
“Çok güzel, gelin birlikte çay içelim ve öğrendiklerinizi konuşalım.” der yaşlı bilge.
İkisi karşılıklı otururlar ve yaşlı bilge çay hazırlamaya başlar. Çay hazır olunca misafirinin bardağına dikkatle çayı koymaya başlar. Bardak dolduktan sonra da çayı dökmeye devam eder ve çay misafirinin avuçlarına doğru taşar. Şaşıran öğrenci geri sıçrar ve hiddetle, “Ne biçim bilgesin sen? Bir fincanın dolduğunu bile anlayamayan budalanın tekisin.” diye bağırır.
Yaşlı bilge sakin bir şekilde cevap verir “Aklın tıpkı bu fincan gibi o kadar çok fikirle dolu ki orada bir tek boş oda bile yok. Bana geleceksen aklın boş bir bardak gibi olsun ancak o zaman bir şeyler öğrenebilirsin”.
Bir bilge, bir göletin başında oturmaktadır. Susuzluktan kırılan bir köpeğin devamlı olarak gölete kadar gelip, tam su içecekken kaçması dikkatini çeker. Dikkatle izler olayı.
Köpek susamıştır ama gölete geldiğinde sudaki yansımasını görüp korkmaktadır. Bu yüzden de suyu içmeden kaçmaktadır. Sonunda köpek susuzluğa dayanamayıp kendini gölete atar ve kendi yansımasını görmediği için suyu içer.
O anda bilge düşünür, benim bundan öğrendiğim şu oldu “Bir insanın istekleri ile arasındaki engel, çoğu zaman kendi içinde büyüttüğü korkulardır. Kendi içinde büyüttüğü engellerdir. İnsan bunu aşarsa, istediklerini elde edebilir.” der
Ama biraz daha düşününce aslında gerçek öğrendiği şeyin bundan farklı olduğunu görür. Asıl öğrendiği şey, insanın bir bilge bile olsa bir köpekten öğrenebileceği bilginin var olduğudur.
Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlar. Birden oğlan takılıp düşüyor. Canı yandığından “ahhh’’ diye bağırıyor. İleride bir dağın tepesinden “ahhh’’ diye bir ses duyuyor ve çocuk şaşırıyor. Merak ediyor ve “Sen kimsin” diye bağırıyor. Aldığı cevap: “Sen kimsin?’’ oluyor. Aldığı cevaba kızıp: “Sen bir korkaksın” diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses: “Sen bir korkaksın .” diye cevap veriyor. Çocuk babasına dönüp: “Baba ne oluyor böyle ?’’diye soruyor. Oğlum diyor adam: “Dinle ve öğren!’’ Dağa dönüp: “Sana hayranım.” diye bağırıyor. Gelen cevap: “Sana hayranım.” oluyor. Baba tekrar bağırıyor: “Sen muhteşemsin!” Gelen cevap:’’Sen muhteşemsin!’’ Çocuk çok şaşırıyor ama hala ne olduğunu anlamıyor. Babası açıklamasını yapıyor: “İnsanlar buna ‘yankı’ derler ama aslında bu ‘Yaşamdır’. Yaşam daima sana senin verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman daha çok sev! Daha fazla şefkat istediğinde, daha şefkatli ol! Saygı istiyorsan insanlara daha çok saygı duy! İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen de daha sabırlı olmayı öğren!”
Bir gün bir adam, Bilgeliğiyle ün salmış olan bir kralın yanına gider. Krala sorar: “Efendim söyleyin bana hayatta özgürlük var mıdır?” Kral: “Elbette” der, “Kaç bacağın var senin?” Adam soruya şaşırarak: “İki efendim” der. “Pekâlâ, tek bacağının üstünde durabilir misin?” diye sorar. “Elbette” diye cevap verir adam. Kral: “O halde hangi bacağının üstünde duracağına karar ver.” Adam biraz düşünür ve sol bacağı üstünde durmaya karar verir: “Tamam” der. Kral, “Şimdi de öteki bacağını kaldır.” der. Adam şaşırır, “Bu imkânsız kralım” der. Kral, “Gördün mü?” diye sorar “Özgürlük vardır. Ama sadece ilk kararı almakta özgürsün. Ondan sonrasında değil.” der.
Sivri dilli ve nezaketten yoksun bir kadın bir dedikodu yaymakla suçlanıyordu. Köyün bilgesinin huzuruna getirilen kadın “Söylediklerim bir şakaydı, sadece şaka” diyerek itiraz etti.“ Sözlerim başkaları tarafından yanlış anlaşıldı, ben suçlu değilim” diye bağırdı. Ancak dedikoduya maruz kalan mağdur “Temiz adımı kirlettin” diyerek adalet istiyordu. “Bunu düzeltebilirim” dedi suçlanan kadın. “Bütün sözlerimi geri alıyorum ve affedildiğimi varsayıyorum”. Bilge bu sözler karşısında başını salladı ve “Bu kadın yaptığı suçu anlamıyor. Zaman içinde aynısını yine tekrarlayacak” diye düşündü. Bunun üstüne kadına şöyle dedi: “Kuş tüyü yastığımı pazar meydanına getir. Yastığı kes ve içindeki tüylerin her yana dağılmasını sağla. Sonra da bana kuş tüylerini geri getir, her birini. Düşüncesiz sözlerin, bunu yapmazsan bağışlanmayacak”. Kadın bu isteği gönülsüzce kabul etti ve yaşlı bilgenin gerçekten delirdiğini düşündü. Gene de onu gülünç duruma düşürmek için yastığı pazar meydanına getirdi. Yastığı kesti ve kuş tüyleri her yanı kapladı. Kadın onları yakalamaya, kapmaya uğraştı. Her birini tek tek toplamaya çalıştı. Harcadığı güçten bitkin düşerken bu işin mümkün olmadığını anlayıverdi. Elinde çok az miktarda kuş tüyü ile geri dönerek “Onları toplayamadım, her yere dağıldılar” dedi içini çekip başını öne eğerek ve ekledi: “Tıpkı yaydığım dedikodunun sözlerini geri alamayacağım gibi.
Bir Hint masalına göre, kedi korkusundan devamlı endişe içinde yaşayan bir fare vardır.
Büyücünün biri fareye acır ve onu bir kediye dönüştürür.
Fare, kedi olmaktan son derece mutlu olacağı yerde bu kez de köpekten korkmaya başlar.
Büyücü bu kez onu bir kaplana dönüştürür. Kaplan olan fare, sevineceği yerde avcıdan korkmaya başlar.
Büyücü bakar ve der ki; ‘’ Sen cesaretsiz ve korkak birisin. Sende bir farenin yüreği var. O yüzden ben sana yardım edemem.”
Budanın takipçisi Sona çilenin sertliğinden yorulmuş, zevk hayatına dönmüştür.
Buda ona şunu söylemiştir.
-Eskiden ud sanatında yetenekli değil miydin?
-Evet efendim, dedi Sona.
-Eğer udun telleri fazla gerilmiş olursa doğru tonu verir mi?
-Hayır efendim.
-Eğer fazla gevşek olursa istediğimiz sesi çıkartır mı?
-Hayır efendim.
-Eğer fazla gerilmiş ve fazla gevşek olmazsa çaldığımızda uygun olur mu?
-Kusursuz olarak efendim.
-Aynı şekilde, Sona, nefsin fazla gerilmiş gücü aşırıya gider ve fazla gevşemiş olanı rehavete düşer. Böylece ey Sona, ruhun iyi akord edilmiş ud gibi olsun.
Kavgacı bir samuray günün birinde bir Zen ustasını cennet ve cehennem kavramlarını açıklamaya davet eder.
Ancak usta onu küçümseyen bir tavırla;
“Sen eşeğin tekisin. Senin gibilerine zaman harcayamam.” der.
Onuru zedelenen samuray, öfkeden köpürerek kılıcını kınından çıkarıp seni bu küstahlığın için öldürebilirim diye bağırır.
“İşte” der Zen ustası sakince “Bu cehennemdir.” Samuray, kapıldığı öfkeyi ima eden ustanın doğru sözleri karşısında irkilir ve sakinleşerek kılıcını yerine koyar.
Sonra da eğilip, kendisine kazandırdığı iç görü için ustaya teşekkür eder. “İşte, bu da cennettir” der.
Konfüçyüs bir arkadaşına şöyle der:
“Senin bir yumurtan var, benim bir yumurtam var.
Sen yumurtanı bana versen, ben de yumurtamı sana versem, yine senin bir yumurtan benim de bir yumurtam olmuş olur.
Ama senin bir bilgin var, benim de bir bilgim var.
Sen, bilgini bana versen, benim bilgimle birlikte iki bilgim olmuş olur.
Ben de bilgimi sana versem senin bilginle birlikte iki tane bilgin olmuş olur.”
Çin’de bir adam, her gün evine boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna asılı testilerle dereden su taşırmış. Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış. Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır, ulaştırırmış eve…
Adam her iki testiyi suyla doldururmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış. İki sene her gün bu şekilde geçmiş. Tabi ki kusursuz, çatlaksız testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş. Fakat çatlağı olan kusurlu testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırabildiği için de çok üzülüyormuş. İki yılın sonunda bir gün, görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarında adama şöyle demiş:
“Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akıp gidiyor…” Adam gülümseyerek dönmüş testiye; “Göremedin mi? Yolun senin tarafında olan kısmı çiçeklerle dolu. Fakat kusursuz testinin tarafında hiç yok. Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlağını biliyordum… Senin tarafına çiçek tohumları ektim. Ve her gün o yolda ben su taşırken, sen onları suladın… İki senedir o güzel çiçekleri toplayıp, masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı, evime böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim” diye cevap vermiş.
Bir zamanlar çok çabuk öfkelenen ve bu yüzden hiç arkadaş edinemeyen küçük bir oğlan varmış.
Babası ona bir kese dolusu çivi vermiş ve her öfkelendiğinde, bahçe kapısına bir çivi çakması gerektiğini söylemiş. Oğlan daha ilk gün kapıya 37 çivi çakmış.
İlerleyen haftalarda, öfkesini kontrol etmeyi öğrendikçe, kapıya çaktığı çivilerin sayısı da her geçen gün azalmış. Gün gelmiş, öfkesini kontrol etmenin kapıya çivi çakmaktan daha kolay olduğu keşfetmiş. Ve bir gün çocuk, öfkesine hiç yenilmemeyi öğrenmiş. Koşup babasına durumu anlatmış ve babası bu kez ona, öfkesine her hâkim olduğunda kapıdan bir çiviyi söküp çıkarmasını söylemiş. Günler geçmiş ve oğlan gelip babasına tüm çivilerin söküldüğünü anlatmış. Babası onu elinden tutup, bahçe kapısının yanına getirmiş ve şöyle demiş:
“Aferin oğlum, çok şey başardın; ama bir bak, kapının üstü delik deşik oldu. Bu kapı asla eskisi gibi olmayacak. Öfkeyle söylediğin sözler, tıpkı bunlar gibi izler bırakır. İnsana bıçak saplayıp, sonra çekip çıkarabilirsin ama üst üste ne kadar özür dilersen de yara hala oradadır. Dil yarası da fiziksel bir yara kadar kötüdür. Aslında arkadaşlar nadir bulunan mücevherlerdir. Seni gülümsetir ve başarılı olman için seni teşvik ederler. Sana kulak verirler ve her zaman kalplerini sana açık tutmak isterler.”
“1950′li yıllarda bir İngiliz şilebi Portekiz’den aldığı Madura şaraplarını İskoçya’ya götürür. Demir attığı limanda yükünü boşalttıktan sonra, şilepte çalışan denizcilerden biri unutulan şarap kolisi kaldı mı diye denetlemek üzere soğuk hava deposuna girer. Onun içerde olduğunu fark etmeyen başka bir denizci ise, kapıyı dışardan kapatır. Soğuk hava deposunda mahsur kalan denizci, var gücüyle bağırır, çelik duvarları yumruklar, ama kimseye duyuramaz sesini. Çakısıyla içerden açmaya çalışır kapıyı, mümkün değildir. Boş şilep, yeni yükünü almak üzere Portekiz’e doğru yola çıkar. Mahsur denizci, depoda açlıktan ölmeyecek kadar yiyecek bulur. Ama deponun dondurucu soğuğuna fazla dayanamayacağının bilincindedir. Kapıyı açamayan çakısıyla, çelik duvarlara kendisini bekleyen ölüm sürecini yazmaya, daha doğrusu kazımaya başlar. Günbegün, adeta bilimsel bir titizlikle soğuğun vücuduna önce uyuşturucu sonra yavaş yavaş öldürücü etkilerini, el ve ayaklarının nasıl duyarsızlaştığını, donan burnunu ve buz gibi havanın dayanılmaz yakıcılığını anlatır. Şilep Lizbon’a demir attığında, soğuk hava deposunun kapısını açan kaptan, zavallı denizcinin cesediyle karşılaşır. Duvarlara kazıdığı acılı sonunu okur ve kendisi de hayretten dona kalır. Çünkü soğuk hava deposunun derecesi 19′dur. İskoçya’ya götürdükleri Madura şarapları 18 derecede taşınmayı gerektirmiş, şilep yükünü boşalttıktan sonra soğutma sistemi zaten kapatılmış olup, kendi haline bırakılan deponun sıcaklığı bir derece de yükselmiştir. Otopsi sonucu ise donarak öldüğünü kanıtlamıştır. Denizci donacağına inandığı için ölmüştür. (Kaynak: Bernard Werber, ‘İzafi ve Mutlak Bilgi Ansiklopedisi’)”
Mitolojide bir efsaneye göre, Pygmalion isimli bir heykeltıraş birgün hayalindeki kadının heykelini yapmaya karar verir. Uzun bir sabır ve özveriyle yaptığı fildişinden oyulan bu kadın heykeli bittiğinde o kadar güzel olur ki, yaşayan hiçbir kadının bu heykel kadar güzel olamayacağı rivayet edilir. Pygmalion ise yaptığı heykele giderek aşık olduğunu fark eder ve cansız olduğu için derin bir aşk acısı çekmeye başlar. Öyle ki; aşk, bereket ve güzellik tanrıçası olan Afrodit onuruna yapılan bir festivalde, Pygmalion adaklar adayarak aşık olduğu bu güzel heykelin canlanmasını diler. Evine dönüp heykeli öptüğü zaman heykelin sıcak ve canlı olduğunu fark eder ve anlar. Afrodit, Pygmalion’un adağını kabul ederek dileğini gerçekleştirmiştir. Hemen evlenir heykeltıraş canlandırılan hayallerinin kadınıyla. Daha sonra bu heykel “Galatea” ismiyle anılacaktır anlatılan efsanelerde…
Fatih Sultan Mehmet Han çocukken çok yaramaz bir öğrenciydi. Ders esnasında yaptığı şımarıklıklarla Hocası Akşemseddin’i çileden çıkarırdı. Hocası kendisine kızdığı zaman hemen “Ben Padişahın oğluyum bana bir şey yapamazsın” deyip tehdit ediyordu. Padişaha şikâyet etmeyi edepsizlik sayan Akşemseddin, durumu II. Murat’a anlatamıyordu. Ancak gün geldi artık küçük Mehmet’in yaptığı yaramazlıklar çekilmez hale geldi.
Bunun üzerine destur dileyip II. Murat’ın huzuruna çıktı. “Padişahım size bir hususu arz edeceğim ancak hayâ ediyorum” deyince II. Murat “Buyur çekinmeden anlatabilirsin” dedi. Bu söz Akşemseddin’i rahatlattı ve başladı olayı anlatmaya. Padişahım oğlunuz, ciğer pareniz Fatih çok yaramaz, onun yaramazlıkları yüzünden ders işleyemiyorum, kendisine kızdığım zamanda hemen sizinle beni tehdit ediyor deyince II. Murat Akşemseddin’in yanına gelerek kulağına bir şeyler fısıldar.
II. Murad’ın kulağına söylediği sözleri duyan Akşemseddin çok şaşırdı. Bu ne plandı, mümkün değildi bu planı uygulamak. Akşemseddin plan konusundaki rahatsızlığını padişaha ilettiyse de Padişah onu dinlemedi ve bu iş olacak dedi.
Ertesi gün yine derste Fatih Sultan Mehmet yaramazlık yapıyordu. Akşemseddin’in uyarısına aynı tehdit cevabını verdiği sırada Padişah ansızın kapıyı açıp içeri girdi. Bu olay karşısında Akşemseddin hiddetlenerek Padişaha bağırdı ve bir tokat atarak, bu şekilde sınıfa giremeyeceğini izin istemesi gerektiğini söyleyerek derhal dışarı çıkmasını istedi. Padişah mahcup bir şekilde boynunu bükerek özür diledi ve dışarı çıktı.
Olaylar karşısında Fatih Sultan Mehmet’in nutku tutulmuş ne yapacağını şaşırmıştı. Güvendiği babası tokat yemişti. Fatih Sultan Mehmet allak bullak olmuştu. Az sonra kapı vuruldu ve Padişah mahçup bir şekilde içeri özür dileyerek girdi. Plan muhteşem bir şekilde işlemişti. O günden sonra Fatih Sultan Mehmet asla yaramazlık yapmadı. Çünkü güvendiği dağlara kar yağmıştı.
İşte akşemsettinin kulağına fısıldanan muhteşem plan,işte çocuk eğitimi.işte onlar, işte biz….
Koskoca padişah sırf çocuğunu terbiyesi için gözünü kırpmadan tokat yemeği göze almıştı…
Bir zamanlar, her şeyden sürekli şikayet eden, her gün hayatının ne kadar berbat olduğundan yakınan bir kız vardı. Hayat ona göre, çok kötüydü ve sürekli savaşmaktan, mücadele etmekten yorulmuştu. Bir problemi çözer çözmez, bir yenisi çıkıyordu karşısına.
Genç kızın bu yakınmaları karşısında, mesleği aşçılık olan babası ona bir hayat dersi vermeye niyetlendi. Bir gün onu mutfağa götürdü. Üç ayrı cezveyi suyla doldurdu ve ateşin üzerine koydu. Cezvelerdeki sular kaynamaya başlayınca, bir cezveye bir patates, diğerine bir yumurta, sonuncusuna da kahve çekirdeklerini koydu. Daha sonra kızına tek kelime etmeden, beklemeye başladı. Kızı da hiçbir şey anlamadığı bu faaliyeti seyrediyor ve sonunda karşılaşacağı şeyi görmeyi bekliyordu. Ama o kadar sabırsızdı ki, sızlanmaya ve daha ne kadar bekleyeceklerini sormaya başladı. Babası onun bu ısrarlı sorularına cevap vermedi.
Yirmi dakika sonra, adam cezvelerin altındaki ateşi kapattı. Birinci cezveden patatesi çıkardı ve bir tabağa koydu. İkincisinden yumurtayı çıkardı. Daha sonra son cezvedeki kahveyi bir fincana boşalttı. Kızına dönerek sordu:
- Ne görüyorsun ?
“Patates, yumurta ve kahve” diye alaylı bir cevap verdi kızı.
- Daha yakından bak bir de! dedi baba , patatese dokun.
Kız denileni yaptı ve patatesin yumuşamış olduğunu söyledi.
-Aynı şekilde, yumurtayı da incele.
Kız, kabuğunu soyduğu yumurtanın katılaştığını gördü. En sonunda, kızının kahveden bir yudum almasını söyledi. Söylenileni yapan kızın yüzüne, kahvenin nefis tadıyla bir gülümseme yayıldı. Ama yine de bütün bunlardan bir şey anlamamıştı "Bütün bunlar ne anlama geliyor baba? "
Babası, patatesin de, yumurtanın da, kahve çekirdeklerinin de aynı sıkıntıyı yaşadıklarını, yani kaynar suyun içinde kaldıklarını anlattı. Ama her biri bu sıkıntı karşısında farklı farklı tepkiler vermişlerdi. Patates daha önce sert, güçlü ve tavizsiz görünürken, kaynar suyun içine girince yumuşamış ve güçten düşmüştü. Yumurta ise çok kırılgandı; dışındaki ince kabuğun içindeki sıvıyı koruyordu. Ama kaynar suda kalınca, yumurta sertleşmiş katılaşmıştı. Ancak kahve çekirdekleri bambaşkaydı. Kaynar suyun içinde kalınca, kendileri değiştiği gibi suyu da değiştirmişlerdi ve ortaya tamamen yeni bir şey çıkmıştı.
"Sen hangisisin?" diye sordu kızına. "Bir sıkıntı kapını çaldığında nasıl tepki vereceksin?
Patates gibi yumuşayıp ezilecek misin? Yumurta gibi, kalbini mi katılaştıracakcaksın?
Yoksa, kahve çekirdekleri gibi, başına gelen her olayın duygularını olgunlaştırmasına ve hayatına ayrı bir tat katmasına izin mi vereceksin?”
Peki, Siz Hangisisiniz?
Zamanın birinde çok akıllı iki kardeş yaşarmış. Etrafındaki ve okuldaki bilgiler kendilerine yetmediğinden, annesi onları, bulundukları beldenin bilge adamına götürmüş.
Kardeşler, bilge adama pek çok sorular sormuşlar ve her defasında kendilerinin tatmin olduğu cevaplar almışlar. Bundan çok memnun olan kardeşler, bir müddet için bilgenin yanında kalıp daha çok şeyler öğrenmek için annelerinden izin istemişler ve bilge adamın yanında kalmışlar.
Bilge adama sorduklarına ve aldıkları cevaplara çok sevinen ve mutlu olan çocuklar bir süre sonra bu işten sıkılmaya başlamışlar. Bilgenin bilemeyeceği bir soru bulmamız lazım diye düşünmüşler.
Kardeşlerden biri, “Buldum” demiş. “İki elimin arasına bir kelebek koyacağım ve bilge adama soracağım. Avucumun içinde bir kelebek var, canlı mı ölü mü? Ölü derse kelebeği bırakacağım, canlı derse avucumu hafifçe bastıracağım. Her ne derse cevabını bilemeyecek!”
Kelebeği ellerinde tutan kardeşlerden biri, kapalı tuttuğu ellerini bilgeye doğru uzatmış ve sormuş...
“Avucumun içinde bir kelebek var, canlı mı ölü mü?”
Bilge, uzun uzun çocuğun gözlerinin içine bakmış ve cevaplamış:
“Senin ellerinde evladım, senin ellerinde...
Aşkınız...
Geleceğiniz...
Gençliğiniz...
Hayatınız...
Her şeyiniz...
Huzurunuz...
Mutluluğunuz...
Sizin ellerinizde...”
İyi huylu geçimli, sevecen bir adamın sürekli birbirleriyle didişen dört oğlu vardı. Adam, oğullarının iyi huylu ve geçimli olmalarını çok istiyordu.
Günün birinde, aklına bir fikir geldi. Oğullarından, bir demet çubuk toplayıp getirmelerini istedi. Sonra, her birine getirdikleri demeti dizleriyle kırmalarını söyledi. Hepsi denedi, ama hiçbiri bunu beceremedi.
Adam demeti çözdü ve çubukları teker teker çocuklarının ellerine vermeye başladı. Çocuklar bütün çubukları bir bir kırıp attılar.
Bunun üzerine:
“Evlatlarım” dedi adam. “Birlik olursanız, zorlukların üstesinden gelirsiniz. Ayrılırsanız, zorluklar sizi ezer geçer. Birlik kuvvettir.”
Bir zamanlar, bir kralın aklına şöyle bir düşünce geldi: "Eğer bir işe ne zaman başlayacağımı, kimi dinleyeceğimi ve yapmam gereken en önemli şeyin ne olduğunu bilseydim, giriştiğim her işi başarırdım."
Krallığın dört bir yanına, kim kendisine her iş için en uygun anı, bu iş için en gerekli kişinin kim olduğunu ve yapılması gereken en önemli şeyin ne olduğunu öğretirse, ona büyük bir ödül vereceğini duyurdu. Bilgeler, kralın huzurunda toplandı; fakat sorulara verdikleri yanıtlar, birbirinden tümüyle farklı oldu.
Kral, hâlâ doğru yanıtları aradığı için, yakınlardaki bir bilgeye danışmaya karar verdi. Bilge kişi, hiç ayrılmadığı bir ağaç kovuğunda yaşıyor; yanına halk dışında kimseyi kabul etmiyordu. Bu nedenle kral, halktan biri gibi giyindi ve yola düştü.
Bilge kişinin yaşadığı kovuğa yaklaştıklarında, kral atından indi ve korumalarını orada bırakıp yola tek başına koyuldu. Bilgenin olduğu yere vardığında onu, yaşadığı kovuğun önüne çiçek tarhları kazarken gördü.
"Ey bilge kişi, size birkaç önemli konuda danışmaya geldim" dedi. "Doğru şeyi doğru zamanda yapmayı nasıl öğrenebilirim? En fazla gereksinim duyduğum, dolayısıyla ötekilerden daha fazla ilgi göstermem gereken kişiler kimdir? En önemli ve her şeyden önce gelen sorum ise şu: Kendimi vermem gereken işler nelerdir?"
Bilge, büyük bir dikkatle kralı dinledi, fakat bir yanıt vermedi. Döndü, yapmakta olduğu işini sürdürdü.
"Yoruldunuz" dedi kral. "Küreği bana verin de siz biraz dinlenin."
Bilge kişi, "Sağ olun" dedi ve küreği krala verdi; yere oturup dinlenmeye başladı.
Kral, iki tarh kazdıktan sonra sorularını yineledi. Bilge kişi, ona yanıt vermek yerine ayağa kalktı; elini küreğe uzattı ve "Siz biraz dinlenin; bir parça da ben çalışayım" dedi.
Fakat kral, küreği ona vermedi; tarh kazmayı sürdürdü. Saatler birbirini kovalıyor, güneş yavaş yavaş ağaçların ardından batmaya başlıyordu. Sonunda, kazmayı toprağa saplayıp bilgeye döndü:
"Ey bilge kişi, senin yanına, sorularıma bir yanıt bulmak için geldim" dedi. "Eğer yanıt vermeyeceksen, söyle de evime döneyim."
Bilge kişi, gözlerini uzaklara dikti. "Bak, bir adam koşarak buraya geliyor" dedi. "Bakalım kimmiş, ne istiyormuş..."
Kral, arkasına döndüğünde, bir adamın koşarak kendilerine doğru geldiğini gördü. Adamın karnına bastırdığı ellerinin altından kan sızıyordu. Kralın yanına ulaşınca, kendinden geçercesine inledi; sonra da bayılıp yere düştü. Kral ve bilge kişi, hemen adamın üstündeki elbiseleri çıkardılar. Karnında büyük bir yara vardı. Kral, yarayı elinden geldiğince yıkadı; mendiliyle ve bilge kişinin havlusuyla sardı; kanı durdurdu. Adam, bir süre sonra kendisine gelince, içecek birşey istedi. Kral, dereden taze su getirdi, verdi. Bu arada akşam olmuş, hava soğumuştu. Kral, bilge kişinin de yardımıyla, yaralı adamı kovuğa taşıyarak yatağa yatırdı. Yatağa uzanan adam, gözlerini kapatıp derin bir uykuya daldı. Kral, koşuşturmaktan ve yapmış olduğu işlerden öylesine yorulmuştu ki eşiğin dibine çöktü ve orada uyuyakaldı; kısa yaz gecesi boyunca deliksiz bir uyku çekti.
Sabah uyanınca, yatakta uzanmış ve canlı gözlerle dikkatle kendisine bakan yabancının kim olduğunu anımsamaya çalıştı.
Kralın uyandığını gören adam, zayıf bir sesle "Beni affedin" dedi krala. Kral, "Sizi tanımıyorum. Üstelik affedilecek bir şey yapmadınız ki" dedi; ama adam, konuşmasını kesmedi:
"Siz beni tanımıyorsunuz, ama ben sizi tanıyorum" dedi. "Ben, kardeşimi astırdığınız ve mallarını elinden aldığınız için sizden öç almaya yemin etmiş bir düşmanınızım. Tek başınıza bilge kişiyi görmeye gittiğinizi öğrendim ve dönerken yolda sizi öldürmeye karar verdim. Ama akşam olduğu halde dönmediniz. Ben de pusuya yattığım yerden çıkıp sizi aramaya koyulduğumda, korumalarınıza yakalandım. Onlar beni tanıdılar ve öldürmek istediler. Ellerinden kurtuldum; ama yaralıydım; yaramdan kan akıyordu. Siz dün akşam yaramı sarmasaydınız, kan kaybından ölürdüm. Ben sizi öldürmek istedim; fakat siz benim yaşamımı kurtardınız. Eğer yaşarsam, şimdiden sonra en sadık köleniz olarak size hizmet edeceğim ve oğullarıma da aynı şeyi yapmalarını emredeceğim. Affedin beni."
Kral, düşmanıyla bu denli kolay barıştığı ve onun dostluğunu kazandığı için çok mutlu oldu. Onu yalnızca affetmekle kalmadı; uşaklarını ve kendi doktorunu gönderip onun tedavisini yaptıracağını da söyledi. Ayrıca, el koyulan tüm mallarının geri verileceğini de bildirdi.
Yaralı adamla vedalaşan kral, kapının önüne çıktı ve orada yine çiçek tarhı kazan bilgeden, sorularına yanıt vermesini bir kez daha istedi.
"Siz, beklediğiniz yanıtınızı çoktan aldınız" dedi bilge ve şöyle sürdürdü sözlerini:
"Dün eğer benim güçsüzlüğüme acımayıp şu tarhları kazmasaydınız, buradan ayrılacaktınız ve geri dönerken şu adamın saldırısına uğrayacaktınız. Yani dün sizin için en önemli an, tarhları kazdığınız andı. Sizin için en önemli kişi bendim ve sizin için en önemli iş, bana iyilik yapmaktı. Daha sonra yaralı adam koşarak geldi yanımıza. Sizin için en önemli an, onunla ilgilendiğiniz andı. Çünkü eğer onun yaralarını sarmasaydınız, o adam sizinle barışmadan ölecekti. Dolayısıyla o zaman sizin için en önemli kişi oydu. Ve yine o zaman en önemli işiniz de onun için yaptıklarınızdı."
Bilge, bunları söyledikten sonra krala bir de öğüt verdi:
"Sizin için en önemli anın, içinde bulunduğunuz an olduğunu hiçbir zaman unutmayın. Çünkü, yalnızca o an, elimizden birşey gelebilir. Sizin için en önemli kişi ise o an birlikte olduğunuz kişidir. Çünkü hiç kimse, bir başka kişiyle bir daha görüşüp görüşmeyeceğini bilemez. Ve sizin için en önemli iş, iyilik yapmaktır. Çünkü, kişinin bu dünyaya gelmesinin tek nedeni budur."
Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. İçeriye kızgın bir bakış atıp kürsüye geçiyor. Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
“Bakın, bu kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey...”diyor.
Sonra (1)’in yanına bir (0) koyuyor; “Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)’i (10) yapar.”
Bir (0) daha koyuyor. “Bu, beceridir. (10) iken (100) olursunuz”...
Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor: Yetenek...disiplin...sevgi... eklenen her yeni (0)‘ın kişiliği 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca.
Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)’i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor, ve diyor ki "Kişilik olmadan diğerleri bir hiçtir..."
İki arkadaş hararetle tartışıyormuş: Tartıştıkları konu, sigara içerken İncil okunup okunmayacağı imiş. Sonuç alamayınca Papa`ya sormaya karar vermişler.
Papa `nın yanına gidip sırayla sorularını sormuşlar. Biri olumsuz cevap alırken diğeri, izin almayı başarmış.
İzin alamayanın sorduğu soru :
- Papa hazretleri, İncil okurken canım sigara içmek istiyor, içebilir miyim?
- Oğlum, İncil okunurken Tanrı ile ilgilenmen lazım. O sırada dikkatinin dağılmaması lazım. O yuzden İncil okurken sigara içilmez.
İzin alanın sorduğu soru ise :
- Papa hazretleri, sigara içerken canım İncil okumak istiyor ama sigara içiyorum diye İncil'i elime alamıyorum, sizce okuyabilir miyim?
- Oğlum, her nerede ve ne koşulda olursan ol, İncil okuma isteği duyarsan okuyabilirsin.
Kıssadan hisse :
1) Esas olan, aldığın cevap değil, sorduğun sorudur.
2) Beceri; almak istediğin yanıtı alabileceğin soruyu sorabilmektir.
Bir akıl hastanesini ziyareti sırasında, adamın biri sorar:
"Bir insanın akıl hastanesine yatıp yatmayacağını nasıl belirliyorsunuz?"
Doktor, "Bir küveti su ile dolduruyoruz. Sonra hastaya üç şey veriyoruz. Bir kaşık, bir fincan, ve bir kova. Sonra da kişiye küveti nasıl boşaltmayı tercih ettiğini soruyoruz. Siz ne yapardınız?", der.
Adam, "Ooo! Anladım. Normal bir insan kovayı tercih eder. Çünkü kova, kaşık ve fincandan büyük."
"Hayır," der doktor, "normal bir insan küvetin tıpasını çeker."
Ders: Akıl, sadece bize sunulanlar dışında çözüm bulmaktır.
Bir adam ve oğlu ormanda yürüyüş yapıyorlarken birden oğlan takılıp
düşüyor ve canı yanıp "AHHHHH" diye bağırıyor. İleride bir dağın
tepesinden "AHHHHH" diye bir ses duyuyor ve şaşırıyor. Merak
ediyor ve "SEN KİMSİN?" diye bağırıyor. Aldığı cevap "SEN
KİMSİN?" oluyor. Aldığı cevaba kızıp "SEN BİR KORKAKSIN"
diye tekrar bağırıyor. Dağdan gelen ses "SEN BİR KORKAKSIN" diye
cevap veriyor.
Çocuk babasına dönüp "BABA NE OLUYOR BÖYLE?" diye soruyor.
"OĞLUM" diyor adam, "DİNLE VE ÖĞREN!" ve dağa dönüp
"SANA HAYRANIM" diye bağırıyor. Gelen cevap "SANA
HAYRANIM" oluyor. Baba tekrar bağırıyor, "SEN MUHTEŞEMSİN!".
Gelen cevap "SEN MUHTEŞEMSİN!". Oğlan çok şaşırıyor, ama halen
ne olduğunu anlayamıyor.
Babası açıklamasını yapıyor. "İnsanlar buna `Yankı` derler, ama
aslında bu `Yaşam`dır. Yaşam daima sana verdiklerini geri verir. Yaşam yaptığımız
davranışların aynasıdır. Daha fazla sevgi istediğin zaman, daha çok sev!
Daha fazla şevkat istediğinde, daha şevkatli ol! Saygı istiyorsan
insanlara daha çok saygı duy. İnsanların sabırlı olmasını istiyorsan sen
de daha sabırlı olmayı öğren. Bu kural yaşamımızın bir parçasıdır,
her kesiti için geçerlidir."
Yaşam bir tesadüf değil, yaptıklarınızın aynada bir yansımasıdır.
Hintli bir adam suda bata çıka ilerlemeye çalışırken yanına bir akrep gelir. Onu kurtarmaya karar verir ve parmağını akrebe uzatır ama akrep onu sokar. Hintli tekrar akrebi sudan kurtarmaya çalışır ama akrep onu tekrar sokar.
Yakınlarındaki başka biri ona, sürekli onu sokmaya çalışan akrebi kurtarmaya çalışmaktan vazgeçmesini söyler. Ama Hintli adam şöyle der:
Sokmak akrebin doğasında vardır. Benim doğamda ise sevmek var. Neden sokmak akrebin doğasında var diye kendi doğamda olan sevmekten vazgeçeyim?
Bir adamcağız kötü yoldan para kazanıp bununla kendisine bir inek alır. Neden sonra, yaptıklarından pişman olur ve hiç olmazsa iyi bir şey yapmış.
olmak için bunu Hacı Bektaş Veli'nin dergahına kurban olarak bağışlamak ister. O zamanlar dergahlar aynı zamanda aşevi işlevi görüyormuş.
Durumu Hacı Bektaş Veli 'ye anlatır ve Hacı Bektaş Veli helal değildir diye bu kurbanı geri çevirir. Bunun üzerine adam Mevlevi Dergahına gider ve aynı
durumu Mevlana 'ya anlatır. Mevlana ise bu hediyeyi kabul eder. Adam aynı şeyi Hacı Bektaş Veli'ye de anlattığını ama onun bunu kabul etmediğini söyler. Mevlana 'ya bunun sebebini sorar. Mevlana şöyle der:
- Biz bir karga isek Hacı Bektaş Veli bir şahin gibidir, öyle her leşe konmaz, o yüzden senin bu hediyeni biz kabul ederiz ama o kabul etmeyebilir.
Adam üşenmez kalkar Hacı Bektaş Dergahı'na gider ve Hacı Bektaş Veli'ye, Mevlana'nın kurbanı kabul ettiğini söyleyip bunun sebebini bir de Hacı
Bektaş Veli'ye sorar. Hacı Bektaş da şöyle der:
- Bizim gönlümüz bir su birikintisi ise, Mevlana'nın gönlü okyanus gibidir. bu yüzden, bir damlayla bizim gönlümüz kirlenebilir ama onun engin gönlü
kirlenmez, bundan dolayı o senin hediyeni kabul etmiştir der.
Küçük bir kasabanın dört ayrı mahallesi varmış. Birinci mahallede Evetama'lar yaşıyormuş. Evetama'lar ne yapılması gerektiğini bildiklerini düşünürlermiş. Yapma zamanı geldiğinde ise "evet, ama" diye cevap verirlermiş. Cevapları hep yanlış olurmuş. Suçu başkalarına atmakta da ustaymışlar. İkinci mahallede Yapıcam'lar yaşarmış. Ne yapacaklarını bilirlermiş. Kendilerini yapacakları şeye adım adım hazırlarlarmış, ama yapacakları sırada şanslarını kaçırdıklarının farkına varırlarmış. Bu mahallede insanların dizleri dövülmekten yara bere içindeymiş. Yaşamı ertelememek için verdikleri kararı bile ertelerlermiş.
Üçüncü mahallede yaşayan Keşkeci'lerin, hayatı algılama güçleri mükemmelmiş. Neyin yapılması gerektiğini daima en isabetli şekilde bilirlermiş ama, her şey olup bittikten sonra. Keşke'cilerin de başları kanarmış hep, duvarlara vurmaktan!
Kasabanın en yeşil bölgesinde, en güzel evlerin olduğu mahallede ise İyikiyaptım'lar otururmuş. Keşkeci'ler bu mahallede yürüyüşe çıkar, etrafa hayranlıkla bakarlarmış.
Yapıcam'lar Keşkeci'lerle birlikte bu mahallede yürüyüşe çıkmak ister ama bir türlü fırsat bulamazlarmış.
Evetama'lar ise mahallenin güzelliğini görmek yerine, ağaçların gölgelerinin yeterince geniş olmadığından, güneşin daha erken saatte doğması gerektiğinden şikayet ederlermiş.
İyikiyaptım mahallesindeki insanların kusuru da, beyinlerinde mazeret üretme merkezlerinin olmayışıymış!
10 yılın değerini anlamak için,
yeni boşanmış çifte sorun.
1 yılın değerini anlamak için,
Sınıfını geçemeyen bir öğrenciye sorun.
9 ayın değerini anlamak için
yeni doğum yapmış bir anneye sorun.
1 ayın değerini anlamak için,
Dünyaya prematüre bebek getiren bir anneye sorun.
1 haftanın değerini anlamak için,
Haftalık derginin editörüne sorun.
1 saatin değerini anlmak için,
buluşmak için birbirini bekleyen aşıklara sorun.
1 dakikanın değerini anlamak için,
uçak,tren,veya otobüsü kaçıran birine sorun.
1 saniyenin değerini anlamak için,
Kaza geçirmiş bir insana sorun.
1 milisaniyenin değerini anlamak için,
Olimpiyatlarda gümüş madalya almış birine sorun.
Yüzyıllar önce Papa bütün Yahudilerin Roma'yı terk etmeleri gerektiğine karar verir. Doğal olarak Yahudi toplumundan büyük bir tepki gelir. Bunun üzerine Papa, Yahudi toplumundan önde gelen birisiyle karşılıklı dini bir müzakere yapmalarını önerir. Yahudiler kazanırsa kalacaklar, Papa kazanırsa gidecekler.
Yahudiler çaresiz kabul eder ve temsilci olarak Moiz'i seçerler. Ancak Moiz'in Papa ile aynı dili konuşamaması nedeniyle müzakerede konuşmak yerine sadece işaret dilinin kullanılmasını teklif ederler. Papa kabul eder.
Müzakere günü geldiğinde, iki taraf karşılıklı yerlerini alırlar ve karşılıklı olarak bir süre bakıştıktan sonra Papa elini kaldırarak üç parmağını gösterir. Buna karşılık Moiz tek parmağını kaldırır. Papa parmaklarını sallayarak başının etrafında çevirir. Moiz ise parmağıyla yeri işaret ederek oturduğu yeri gösterir. Papa yanındaki çantadan bir parça ekmek ve şarap çıkartınca; Moiz de bir elma çıkartır. Bunun üzerine Papa ayağa kalkarak: "Ben pes ediyorum, Yahudiler kalabilirler", der.
Müzakere sonrasında Papa'nın etrafına toplanan kardinaller Papa'ya ne olduğunu sorduklarında Papa;
- Ben önce 3 parmağımı gösterip Kutsal Üçlüyü işaret ettim. Buna karşılık o bana tek parmağını gösterip her iki dinin de tek tanrıyı tanıdığını söyledi. Ben parmaklarımı sallayıp başımın etrafında çevirerek tanrının bizim etrafımızda olduğunu gösterdiğimde o da oturduğu yeri işaret ederek tanrının onların durduğu her yerde olduğunu işaret etti. Ben kutsal ekmek ve şarap çıkartıp tanrının bizim günahlarımızı bağışladığını göstermek istediğim zaman da hemen bir elma çıkartıp bana ilk günahı hatırlattı. Adamın her şeye bir cevabı vardı. Ne yapabilirdim ki?
Tabi aynı sıralarda, Yahudi cemaati de Moiz'in etrafını sarmış ona nasıl başardığını soruyorlardı. Moiz:
- Önce bana 3 parmağını gösterip 3 gün içinde burayı terk etmemizi istedi. Ben de ona bir tekimizin bile ayrılmayacağımızı söyledim. Sonra bütün şehrin Yahudilerden temizleneceğini söyledi. Ben de, hiç bir yere gitmeyip olduğumuz yerde kalacağımızı söyledim.
- Sonra ne oldu?, diye kalabalık heyecanla sordu.
- Valla, sonrasını ben de pek anlamadım. Adam biraz hiddetlendi ve öğle yemeğini çıkarttı. Bunun üzerine ben de benimkini çıkarttım. Hepsi bu!...
İnsanların ne konuştuğu değil, ne anladığı önemlidir...
Derler ki; çok uzun zamanlar önce, kuşlar diyarında Simurg diye bir kuş yaşarmış. En heybetlisiymiş Simurg kuşların. En güçlüsüymüş. En yüksek dağda yaşar, en büyük avların peşinden gidermiş. Aslanlara kafa tutar, kurtları korkuturmuş…
Bütün kuşlar hayranıymış Simurg’un. Simurg ise bir tanesinin. Dişi bir şahinin aşkına tutulmuş Simurg. Keskin gözleriyle avına süzülüşüne, duruşuna, uçuşuna kaptırmış kendini. Bütün kuşların hayranlık beslediği Simurg, Şahin’i seçmiş. Diğer dişi kuşlar kıskanmış Şahin’i. Ama en çok da küçük, güzel, tatlı bir güvercin kıskanmış. Küçük güvercin, Simurg’la Şahin’in uçtuğu kadar yüksekten uçamadığı için hep uzaktan izlemiş Simurg’u. Onu Şahin’le gördüğü her seferinde kıskanmış, ağlamış sessizce. Yüreği Simurg’un ölümsüz aşkıyla dolarken, ömrü acıyla dolmuş. Seszizce içine dökmüş gözyaşlarını.
Gel zaman git zaman, bir gün Simurg ormana gittiğinde bir bir kurt sürüsünün saldırısına uğramış. Saatlerce dövüşmüş Simurg. Yenememiş sürüyü. Yenilmemiş de. Öldürememiş hiçbirini. Ama ölmemiş de. Kuşlar ormanda bulmuşlar Simurg’un yaralı bedenini. Kartal ve Doğan Simurg’ı en yüksek tepedeki evine taşımışlar.
Şahin gelince, kanadı kırık Simurg’unu görmüş. Ağlamış… Günlerce, gecelerce ağlamış Şahin. Güneşin keskin ışıkları da geçmiş gözyaşlarından, ayın aydın dokunuşları da.
Aşağıda sessizce ağlayan biri daha varmış. Küçük güvercin, ölümsüz aşkıyla beraber, yalnızlığına hapismiş alçak ovalarda. Kanadı kırık sevdiğini görememek dertlerine yenilerini ekliyormuş. Ama en çok da, onun için başkasının ağlaması yaralıyormuş güvercini. Gündüzleri görünmez olmuş güvercin. Geceleri çıkar dolaşır, herkes uyurken yaşarmış. Kimseyi görmek istemezmiş.
Simurg, kanadı kırık yatmaya devam ederken; günler günleri, aylar ayları kovalamış. Şahin’in aklı yüksekteki bulutlara, keskin kayalara, etine dolgun tavşanlara takılmaya başlamış. Ağlamaz olmuş Simurg için. Gidince dönmez olmuş. Sonunda bir gün, kör bir akbabayla gidivermiş Simurg’un yanından. Simurg’a dönüp, son bir veda etmeden. Akbabanın koluna takıldığı gibi, ovaya inivermiş. Simurg sessizce izlemiş onların gidişini. Hiçbirşey söylememiş. Ertesi gün, ertesi gün, ertesi gün.
Günler sonra, Simurg’un içine akan ağıtlar, Simurg’un bedeninin bentlerini yıkmış. En yüksek tepeden öfkeli ama yaralı bir kuşun naraları yükselmeye başlamış.
Şahin’e yakılan ağıtlar Şahin’e ulaşmamış. Küçük güvercinin kalbindeki acıların üstüne akıvermiş. Simurg’a duyduğu ölümsüz aşkı hep içinde saklayan güvercin, en yüksek tepeye tırmanıp Simurg’u gözleriyle görmek, yaralarını sarmak, son bir kez olsun koklamak istiyormuş. Günlerce keskin yarlarla, yüksek kayalarla boğuşmuş. Her gün biraz daha yaklaşmış Simurg’un ağıt sesine.
Simurg’un acısı giderek artmış. Gözündeki yaşlar bitince; içindeki yangını soğutacak hiçbir şey kalmamış. Yaralı kanadıyla uçamayan Simurg, öfkesiyle kendini yakmış. Simurg’in aşkıyla ve düştüğü yerden kalkamamanın acısıyla kendisi tutuşturmuş. Yanmış, yanmış, yanmış… Günlerce öfkeyle ve acıyla bağırarak ağır ağır yanarak can vermiş yalnız başına.
Küçük güvercin, Simurg yanıp kül olduktan sonra tırmanabilmiş dağın tepesine. Sadece küllerini görebilmiş, kalakalmış güvercin. Ve sessizce ağlamaya başlamış. O ölümsüz sevdaya yakılan ağıtın ilk damlası küllerin üzerine düşünce, duman çekilmiş, ateş saygı duymuş güvercinin sevdasına. Kuru küller hayatını güvercinin gözyaşlarından almışlar. O hayatı alıp Simurg’a vermişler. Ve onu yeniden yaratmışlar.
Herkesin hayran olduğu Simurg küçük bir güvercinin ölümsüz aşkı sayesinde küllerinden doğarak geri dönmüş. Simurg anlamış ki; zor olan aşk için ölmek değil, yanan bedenlere, dumanı tüten küllere aşkıyla hayat verebilmektir.
Simurg kocaman ellerine almış güvercini. Sırtına yüklenmiş. En yüksek bulutun tepesine götürmüş. Demiş ki; “Kimin kimi sevdiği önemli değil; kimin kimi özlediği de. Senin o küçücük yüreğin; şu aşağıdaki bütün sevgilere, özlemlere, bütün duygulara bedel. Sen şu küçücük bedeninle, benden de daha güçlüsün. Büyüklüğünü geç farkettiğim için beni affet ve sana sunduğum sevgimi kabul et.”
Güvercin kabul etmiş Simurg’un sevgisini. Simurg bir yuva kurmuş bulutun tepesine. Ve hep katıksız, temiz bir sevgiyle sevmiş güvercini. Heybetli kuş, o küçük güvercine layık olmaya çalışarak geçirmiş ömrünü.
Simurg’un her canlıdan bir iz taşıdığı söylenmektedir. Ve tüylerinde her rengin barındığı. Kanatları altın ve kırmızı karışımı, vücudunun ve başının ise mor renkte olduğu. En garip söylentilerden biri yüzünün insana benzediğidir. Hakkındaki tüm efsanelerin en can alıcı noktası, ömrünün bir aşamasına geldiğinde, yaşadığı yer (evi) olan “Bilgi Ağacı” ile birlikte kendini ateşe vererek, kül olana kadar yanması ve küllerin içinden tekrar doğmasıdır! Bu nedenle Simurg ölümsüzdür. Tüm bu efsanevi özelliklerinin yanınsa canlılara en zor anlarda yardım ettiği ve kendine en fazla ihtiyaç duyulduğu zamanlarda ortaya çıkarak varlığını gösterdiği söylenir. Simurg ortaya çıktığında, onu görebilme şansına erişenlerin bir daha asla eskisi gibi olmadıkları da rivayet edilir. Simurg, dünyaların yıkılışları ve tekrar yapılışlarına şahit olmuştur. Bu nedenle bilgeliği akılların ötesindedir. Onun yer ile gök arasında birliği sağlayacağı söylenmektedir.
Tüm halkların kendilerine has farklı şekillerde ondan söz etmesi de son derece gizemlidir. Rivayet olunur ki, kuşların hükümdarı olan Simurg (Zümrüd-ü Anka yada batıda bilinen adıyla Phoenix), Bilgi ağacının dallarında yaşar ve herşeyi bilirmiş. Kuşlar dünyasında her şey ters gittikçe onlar da Simurg’u bekler dururlarmış. Ne var ki, Simurg ortada görünmedikçe kuşkulanır olmuşlar ve sonunda umudu kesmişler.
Bir gün, bir kuş sürüsü Simurg’un kanadından bir tüy bulmuş. Simurg’un var olduğunu anlayan bütün kuşlar Simurg’un huzuruna gidip yardım istemeye karar vermişler. Simurg’un yuvası, Kaf Dağı’nın tepesindeymiş. Oraya varmak için hepsi birbirinden çetin yedi vadiyi; istek, aşk, marifet, istisna, tevhit, hayret ve yokluk vadilerini aşmak gerekirmiş.
Kuşlar, hep birlikte uçmaya başlamışlar. İsteği ve sebatı az olanlar, dünyevi şeylere takılanlar yolda birer birer dökülmüşler. Kuşların kimi Aşk Denizi’ne dalmış, kimi Ayrılık Vadisi’nde kopmuş sürüden. Bülbül güle olan aşkını hatırlayıp geri dönmüş. Papağan o güzelim tüylerini bahane etmiş (oysa tüyleri yüzünden kafese kapatılırmış). Kartal, yükseklerdeki krallığını bırakamamış. Baykuş yıkıntılarını, balıkçıl kuşu bataklığını özlemiş…
Sayıları gittikçe azalmış. Altıncı Vadi “şaşkınlık” ve sonuncusu Yedinci Vadi “yokoluş”ta tüm kuşlar umutlarını yitirmiş. Kaf Dağı’na vardıklarında yalnızca otuz kuş kalmış.
Sonunda sırrı, sözcükler çözmüş: Farsça “si”, “otuz” demektir, “murg” ise “kuş”. Otuz kuş aslında Simurg’muş Simurg’un yuvasını bulunca öğrenmişler ki; “Simurg-otuz kuş” demekmiş. Her biri bir Simurg’muş. 30 kuş, anlamış ki aslında aradıkları sultan kendileriymiş. Gerçek yolculuk, sadece kendine yapılan yolculukmuş.
Simurg beklemekten vazgeçerek, şaşkınlık ve yok oluşu da yaşadıktan sonra bile uçmayı sürdürmüş.
İnsanlık da kendi küllerinin üzerinden yeniden doğabilmek için kendini yakmadıkça, birer Simurg olmayı göze almadıkça; bataklığında, tüneğinde ve kafesinde yaşamaktan kurtulamayacaktır.
Büyük Rus yazarı Turgenyev, soğuk bir akşamüstü evine doğru yola çıkmış. Yolda bir dilenci kendisinden para istemiş. Bütün ceplerini kurcalayan Turgenyev, ne yazık ki hiç para bulamamış. Bunun üzerine kendisine uzatılan soğuk elleri kendi elleriyle ısıtarak:
"Kusura bakma kardeşim sana verecek bir şeyim yok" demiş.
Dilenci; "Verdiniz ya efendim" demiş. "Bana kardeşim dediniz."
Biri Thales’e sorar;
"Sana göre dünyada biricik devamlı olan şey nedir?"
"Ümit" diye cevap verir düşünür. "Zira bizi en son bırakan budur."
"Peki, öyleyse en kolay olan şey nedir?" diye sorulunca,
"Başkasına nasihat vermek" diye karşılık verir.
Büyük İskender, büyük filozof Aristo’ya bir mektup yazıp sorar:
"Zaptettiğim topraklardaki insanları tahakkümüm altında tutabilmek için neler yapmalıyım?"
1- Ülkenin ileri gelen insanlarını sürgüne mi göndereyim?
2- Ülkenin ileri gelenlerini hapse mi atayım?
3- Ülkenin ileri gelenlerini kılıçtan mı geçireyim?
Aristo’dan cevap gelir:
1- Sürgünde toplanıp sana karşı başkaldırırlar.
2- Hapishaneler militan yuvası olur, kontrolden çıkar.
3- Onlardan sonraki kuşak intikam hırsıyla büyür, tahtını sallar.
Aristo, çözüm olarak şu tavsiyede bulunur:
İnsanların arasına nifak tohumları ekeceksin. Birbirleriyle savaşınca, hakem olarak kendini kabul ettireceksin. Ama anlaşmaya giden bütün yolları tıkayacaksın!
Telif Hakkı © 2023 Geleceğin İş ve YÖNETİM Dünyası - Tüm Hakları Saklıdır.
Nesrin FIRAT imzalı
Bu web sitesinde çerez kullanılır. Bu siteyi kullanmaya devam ederek, çerez kullanımımızı kabul etmiş olursunuz.